Atatürk'ün Karlsbad Hatıralarından Öğreneceğimiz Dersler
Tarih, pek tabii ki mitler, epikler, söylenceler, ağıtlar ve mâniler gibi sözlü geleneklerle tablo ve heykel gibi görsel sanatlardan beslenir. Ancak tarihin açığa kavuşmasının tek yolu yazılı belgelerdir. Antlaşmalar, yönetimsel dokümanlar, ticaret senetleri, daha yakın zamanda basılı mecmualar gibi resmi veya halka açık belgelerin yanı sıra, belki de tarihi canlı kılan asıl kan, tarihi şahsiyetlerin gizli kalmış mektup, söyleşi, fotoğraf ve en önemlisi de hatıratlarıdır. Her şeyimizin dijitalleştiği bu çağda, tüm dünyada teknolojiye yönelik katastrofik bir felaket olması halinde yalnızca bilgisayarlarda yer alan, birkaç neslin yazılı hatırasının silinmesi tehlikesi baki. Şimdi hazır 29 Ekim'i yeni geçmiş, 10 Kasım'a da yaklaşırken yine Atamızı analım ve onun hatıratına biraz bakalım.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk eserini hazırlarken birçok belge ile beraber, ta 1915 Anafartalar zaferinden beri edindiği günlük tutma alışkanlığının meyvelerinden de faydalanıyor. Günlüğüne her şeyi tüm çıplaklığıyla yazamayacağını, buna ne vakti olduğunu, ne de başkasının eline geçebilecek bir metne tüm içini dökmeye gönlü olduğunu belirtiyor. Kamuya açık günlükleri genellikle madde işareti şeklinde kısa notlar, geleceğe dair kurduğu hayaller (çoğu da memleketi için olan bu hayallerin hemen hepsini gerçekleştirecek azim ve kararlılıkta bir büyük insandır), en çok da okuduğu kitaplardan notlar yer alır. Birinci Dünya Savaşı'nda Anadolu'nun her yerinde savaşmış ve hiç cephe kaybetmemiş bir kumandanın, 1916'da Bitlis ve Muş'u Rus işgalinden kurtardığı Doğu Cephesi'nde, Alphonso Daudet'in Sapho isimli aşk romanı, Filibeli Ahmed Hilmi'nin yazdığı İslam Tarihi, Namık Kemal'in Makalat-ı Siyasiye (Siyasi Makaleler) ve o biter bitmez Osmanlı Tarihi kitapları, Mehmet Emin Yurdakul ve Tevfik Fikret'in şiirleri gibi birbirinden farklı türlerde sürekli kitap okuması rastlanılır bir şey midir? Kitaplarını dikkatle, katıldığı, katılmadığı ve daha çok araştırması gerektiğini düşündüğü paragrafların yanlarına özel işaretler koyarak okuduğu da bilinir. Anıtkabir'deki kütüphaneyi ziyaret ettiğinizde kenarlarına not aldığı yazıları görebilirsiniz. Bunları anlattıktan sonra sizi şimdi, Atatürk'ün en sık günlük tuttuğu zaman olan 1918 yazına götürmek istiyorum. Ama önce Ulu Önderimizin hayatının ne çok hastalıkla geçtiğini de bir hatırlayalım.
Atatürk'ün hayatı boyunca yaşadığı rahatsızlıklar şöyle:
- Çocuk yaşta kardeşleriyle birlikte difteri ve kuşpalazı geçiriyor, bu süreçte dört kardeşini kaybediyor.
- Askeri liseye başladığı sıralarda sıtmaya yakalanıyor, bu illet onu cihan harbi boyunca da yalnız bırakmayacaktır.
- 1912'de Trablusgarp cephesinde savaşırken Derne'de gözüne isabet eden bir kireçtaşı parçası sol gözüne kalıcı hasar bırakıyor.
- 1915'te Conkbayırı'nda göğsüne gelen bir şarapnel parçası köstekli saatine isabet ettiği için ölümden dönüyor, Allah onu bizlere bağışlıyor.
- Su içmeye vakit olmadığından olsa gerek ömür boyu çektiği böbrek ağrıları 1917'de sonradan padişah olacak veliahta eşlik ettiği Almanya seferinde iyice şiddetleniyor, 1918'de Viyana yakınlarındaki Karlsbad şehrinde kaplıca tedavisi görmeye gidiyor (anlatacağım günlükler buradan).
- Kurtuluş Savaşı esnasında attan düşüyor ve üç kaburga kemiğini kırıyor.
- 11 Kasım 1923'te, yani Cumhuriyet'in ilanından yalnızca iki hafta sonra ilk kalp krizini 42 yaşında geçiriyor. 2 gün sonra bir kalp krizi daha geçiriyor. Cumhuriyet'in kuruluşunun nasıl bir yoğun çalışma temposu ve stres altında gerçekleştiğini iyice belleyelim. 1927'de Nutuk'u hazırlarken üç gece üst üste uyumadığı ve iki de kalp spazmı geçirdiği vaki.
- Tabii son olarak da 57 yaşında yakalandığı ve edebi istirahatgâhına ayrılmasına sebep olan karaciğer rahatsızlığı. Dönem tıp açısından ileri olmadığı için çok geç konulan siroz teşhisinin, aslında gerçekte hepatit veya karaciğer kanseri olabileceğine dair görüş bildiren uzmanlar da var.
1918 yazında, 30 Haziran ile 2 Ağustos tarihleri arasında yaklaşık bir aylık bir sürede Mustafa Kemal Paşa böbrek rahatsızlıklarına iyi gelebileceği için dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Karlsbad şehrine, kaplıca tedavisi görmeye gidiyor (Halen bir spa merkezi olarak anılan ve bugünün Çek Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan şehrin yeni adı Karlovy Vary. 1946'dan beri şehirde düzenlenen Karlovy Vary Film Festivali ise Cannes, Berlin ve Venedik'ten sonra Avrupa'nın en prestijli dördüncü film festivali olarak anılıyor). Bu sağlık seyahati esnasında yanında getirdiği altı deftere orada yaşadıklarını bazen dakika dakika olmak üzere en geniş haliyle yazıyor. Henüz 37 yaşında ve milli mücadele yolculuğuna henüz başlamamış genç Atatürk'ün dünyaya bakışını kendi ağzından dinlemek isteyen herkese, Afet İnan'ın daha sonradan yayınlanmasına da vesile olduğu Karlsbad'da Geçen Günlerim (bazı yayınevlerinde Karlsbad Hatıralarım diye de geçiyor) kitabını öneririm. Bu yazdığı defterlerde onun şahsiyetine, dünya görüşüne, olaylara bakışına dair izler bulabilirsiniz. Benim dikkat çekmek istediğim, gider gitmez aldığı bazı aksiyonlar ve bizim bunlardan ne öğrenebileceğimiz.
Atatürk Karlsbad'da Neler Yapıyor?
- Karlsbad'daki Cottage Sanatoryumu'nun doktorlarından Dr. Vermer ile ilk karşılaşmasında ülkede un sıkıntısı olduğunu öğreniyor. Yaşlı, aksi ve belli ki yabancılardan hoşlanmayan doktorun, yanında un getirmediği gerekçesiyle onu paylamasına ve yabancılara ekmek verilmediğini iletmesine istinaden, ona o zaman hemen yurda dönüp Türkiye'deki yabancılara da ekmek verilmemesi gerektiğini tavsiye edeceğini ileterek karşılık veriyor. Bunun üzerine doktor onun için ekmek ayarlıyor (market kapitalizminin henüz bebek olduğu ve dünyayı sarmadığı o yıllarda, bazen açlıkla tokluk arasındaki tek fark Mustafa Kemal'in de anılarında belirttiği gibi cebinizde taşıdığınız birkaç dilim ekmekten ibaret).
Öğreneceğimiz Ders: Hangi ortamda olursanız olun, karşınızdaki kim olursa olsun, size gelen bir salvo varsa mütekabiliyet esaslarını uygulayın. Özellikle proje yöneticilerinin paydaşlarının karşısında saygınlıklarını koruma anlamında uygulaması gereken bir öğüt.
- Orada kalması için tutulan, ilk başta gösterişsiz bularak pek beğenmediği evi daha işlevli kılmak üzere, kendi kaldığı odanın yanındaki bir başka odayı da açtırıyor, yani orayı da kiralıyor ve o odayı çalışma ofisi yapıyor. Öyle ki buranın dışarıdan misafir kabul edebileceği bir yer olacağını dahi hesaplayıp dışarıdan vazo ve çiçek alıyor.
Öğreneceğimiz Ders: Atatürk, orada aylarca kalmayacağını biliyor. Peki bu işle niye uğraşıyor dersiniz? Çünkü, doğru odaklanmış bir zihin için yattığı oda ile çalışma alanının ayrı olması gerektiğini çok önceden anlamış. Pandemi döneminde pekçoğumuzun, bütün zamanımızı geçirdiğimiz evlerimizde bir çalışma alanı yapıp yapmama konusunda aylarca ikirciklendiğini hatırlayın. Bir yazıda bahsetmiştim, lider hızlı ve etkin kararlar veren kişidir. Mustafa Kemal durumu hızlıca analiz edip daha birinci günden kendine sağlıklı bir çalışma ortamı sağlıyor. Bu yüzden, çok basit tavsiyeler gibi görünse de, örneğin tatil için bir otele gittiğinizde bile bavulunuzu boşaltıp eşyalarınızı itinayla dolaba yerleştiriniz. Düzenli düşünceler düzenli ortamlarda yeşerir.
- Olağanüstü Fransızca ve gayet yeterli düzeyde Almanca konuştuğu halde, yerlilerle kendi dillerinde daha da iyi görüşebilmek için hemen haber salıyor ve bir Almanca öğretmeninden özel ders almaya başlıyor. On gün sonra bu öğretmenin tavsiye ettiği bir başka öğretmenden de Fransızca'sının üzerinden geçmek için ders alıyor.
Öğreneceğimiz Ders: Atatürk anadili olan Türkçe'den başka, Balkanlarda büyüyen pek çok genç gibi Rumca ve Bulgarca anlıyor, Osmanlı döneminde okula gitmesine istinaden Arapça ve Farsça okuyup yazabiliyordu. Fransızca'yı ince detaylarına varacak ölçüde biliyor, özellikle teknik konular nezdinde Almanca, İngilizce ve Rusça da konuşabiliyordu. Yani görüldüğü üzre henüz kozmopolit sayılamayacak dünyada modern bir rönesans adamı olarak yabancı dilin öneminde vakıf ve konuya bir hayli meraklıydı. Gelecekte bizi yalnızca İngilizce bilmek kurtarmayacak, bir dil öğrenmek bir kültür öğrenmek demek. Ayrıca bir yabancı ülkeye yaptığı kısa seyahatte bile oranın insanıyla kendi dillerinde görüşebilmek, belki en önemlisi de kendisi ve ülkesi hakkında neler konuşulduğunu kendi kulağıyla duyup anlayabilmek çok önemli. Göçmen olarak yurt dışına giden arkadaşların, expat niteliğinde gidenler için de geçerli olmak üzere, topluma entegre olabilmek için ne yapıp edip oranın dilini iyi öğrenmesi gerekiyor.
- Yemeklerini, kahvaltı da dahil olmak üzere şehir eşrafının gittiği Imperial veya Pupp otellerinde yiyor, akşam yemeklerinde smokin giyiyor ve ona her zaman bir masa ayırmalarını istiyor (Kendisinin belki genç yaşına nazaran general olduğunu anlayamayıp miralayım - eski dilde albay - diye karşılayan kişiyle ilgili düşüncelerini okumak bir hayli keyifli. Tabii ona da kendini bir kartvizitle de olsa tanıtıyor). Türkiye'den tanıdığı veya önemli gördüğü kişilerin kendileri veya dostlarıyla sıklıkla aynı masalarda yer almaya ve sohbet etmeye çalışıyor.
Öğreneceğimiz Ders: Asla yalnız yeme! Network edinmenin, sosyalleşmenin en doğrudan yoludur sofralar. O yüzden toplum içinde boy göstermekten utanmayın, insanlarla iletişime girmekten, onlara kendinizi tanıtmaktan ve gerektiğinde de onlardan bir şeyler istemekten çekinmeyin. Siz isteyin, bazen bırakın onlar düşünsün.
Atatürk'ün hayatı üzerine ne kadar bilgi alırsak az. Kurucu babamızı daha yakından, insan olarak da tanımak için kendisinin de yaptığı gibi bol bol okumaya devam.
Sevgiyle kalın.