Aylaklığa Övgü
Otis Redding'in (Sittin' On) The Dock of the Bay diye ünlü bir şarkısı vardır. Aşağıda paylaşıyorum, dinleyebilirsiniz.
Dinlendirici, biraz buruk, biraz rahat kafalarda bir şarkıdır. Anlatıcı sürekli olarak uzak yoldan geldiğini, ancak hayatında hiçbir şey olmadığını, bu yüzden kendisinin de körfezin iskelesine oturup gemileri izlediğini ve yalnız başına vakit öldürdüğünü tekrarlar. Şarkının bir yeri tam olarak şöyle:
I left my home in Georgia / Headed for the 'Frisco bay / I've had nothing to live for / Look like nothin's gonna come my way / So I'm just gonna sit on the dock of the bay / Watching the tide roll away / I'm sittin' on the dock of the bay / Wastin' time
(Naçizane çevirimle Türkçesi)
Georgia'daki yuvamdan ayrıldım / San Fransisco körfezine doğru / Uğruna yaşayacak hiçbir şeyim yoktu / Görünen o ki elime hiçbir şey geçmeyecek / Ben de yalnızca körfezin iskelesinde oturacağım / Gelgitin uzaklaşmasını izleyerek / Körfezin iskelesinde oturuyorum / Vakit öldürerek
Şimdi, bu şarkıyı dinlediğimde ilk aklıma gelen şu oldu. Japonların ikigai dediği, varlık nedeniniz, uğruna yaşadığınız şey, sizi motive eden kuvvet var ya. İşte bazen bunun için çabalarken, acaba hayatın yalnızca kendiliğinden kaynaklanan kıymetini ıskalıyor muyuz? Peki ya enerjimizi ne hayatın tadını çıkarmaya, ne de hayatımızın anlamını bulmaya harcamıyorsak?
Çok çalışmak gerçekten bir erdem mi?
Paul Lafargue'ın 1883 tarihli kısacık bir kitabı vardır (Türkçe çevirisi 60 sayfa). İsmi Tembellik Hakkı. Aynı zamanda Karl Marx'ın damadı da olan aktivist Lafargue bu eserinde işçi hareketinin 8 saatlik iş günü manevrasına eleştirel bir katkı yaparak (günlük mesai süresi 8 saatle sınırlandırılmadan önce 10 ile 16 saat arasında değişiyordu, ilk defa 1919'da İspanya'da yasa ile sınırlandırma getirildi, sonra da tüm dünyaya yayıldı ancak ABD gibi bazı ülkeler halen haftalık azami çalışma süresini kanunla sınırlandırmıyor), hareketin savunması gerekenin aslında iş gücünü yaymaktan ziyade ücretli emek sisteminin (işçinin zamanını ve emeğini belirli bir ücret karşılığında sermaye sahibine kiralaması) yok edilmesi olduğunu anlatır. "Çalışma hakkı" mottosunun kapitalist bir propaganda olduğundan bahseder ve muzip bir isimle asıl mottonun "Tembellik hakkı" olması gerektiğini belirtir. Aşırı çalışmanın aşırı üretim ve israfa sebep olduğunu, kapitalizm öncesi toplumların boş zamanlara daha çok saygı duyduğunu ve önem verdiğini, bir kişinin değerinin verimliliğine bağlı ölçülmesi inanışının burjuvazi tarafından sömürüye yol açacağını da anlatır.
Yine filozof, matematikçi ve aynı zamanda 1950 yılında "insanlık idealleri ve özgür düşünce konularında, çeşitli ve kayda değer yazıları için" Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülen bir yazar olan Bertrand Russell'ın 1935 tarihli In Praise of Idleness and Other Essays (ya da mükemmel Türkçe çevirisi ile Aylaklığa Övgü) isimli eseri, özellikle kapitalizmin isimsiz bir kuralı olan gereğinden çok çalışma konusuna eleştiri getirerek, bunun yapay bir yoksunluk duygusundan kaynaklandığını ve sermayedarların kârını arttırmaktan başka bir şeye yaramadığını, teknolojideki gelişme ve otomasyon ile günlük çalışma süresinin çok rahat 4 saate indirilebileceğini aktarır (Russell, üç ciltlik Principia Mathematica kitabıyla matematiğin ve mantığın temellerini sayısallaştırmış 20. yüzyılın en önemli zekâlarından biri ve pek tabii ki son derece ileri görüşlü). İnsanoğlunun sürekli çalışmaktan ötürü, özgür düşünceye, vicdan muhasebesine, yaratıcılığa ve kültüre yeterince zaman ve enerji ayıramadığını aktarır ve çok çalışma konusuna özellikle entellektüel ve kültürel pencereden eleştiri getirmiş olur. Russell'ın hayatıyla ilgili harika bir grafik roman olarak Apostolos Doxiadis'in Logicomix'ini (Türkçemizde de aynı isimle yayınlandı) bu vesileyle önermiş olayım.
Yeni bir sosyal sınıf: Prekarya
Lafargue'ın da Russell'ın da dikkat çektiği konu, ücret karşılığı emek veren proleterya (işçi) sınıfının sömürülmesiyle ilgiliydi. Gel gör ki, yirmibirinci yüzyıla geldiğimizde, hele hele teknoloji devrimi ve Covid-19 pandemisi ile birlikte çalışma biçimlerimiz kökten değişti. Özellikle kendilerinden önceki kuşakların eleştirmelere doyamadığı Z Kuşağı, biraz da önceki kuşakların elde ettiği serveti miras almanın güveniyle farklı bir şey yaptı ve mevcut kuralları tanımadığını ilan etti. İstediği zaman istediği yerden çalışmak ve işin gerektirdiği kadarını yapmak, gerisine de karışmamak için çoğunlukla konvansiyonel bir işte çalışmak yerine Gig economy de denilen, kısa süreli veya freelance çalışma biçimine geçti. 2024 itibariyle Amerika'da tüm işgücünün %36'sı freelance olarak çalışıyor, 2027 itibariyle bu sayının %50'nin üzerine çıkması bekleniyor. Bu da bizi yeni bir sosyal sınıfla tanıştırıyor: Prekarya.
Prekarya (Precariat), kelime kökeni olarak Precarity (Türkçesi: Güvencesizlik) ile proleteryanın kombinasyonundan oluşuyor. Geleceğine yönelik herhangi bir iş ve yan hak güvencesi olmayan, ne kadar gelir elde edeceği öngörüsü olmadan yaşayan, bireysel olarak yaptığı kısa süreli işler üzerinden para kazanan, genellikle işle ilgili bir topluluğa ait olmayan, geri kalan zamanını ise özel hayat olarak kültür, kişisel gelişim, düşünme veya düpedüz aylaklık amacıyla kullanan milyonları anlatmak için İngiliz ekonomist Guy Standing'in 2014'te ortaya attığı bir tabir. Standing, kitaplarında bu sosyal sınıfın yaşadığı kaygının ve yalnızlığın toplumda yaratacağı problemlere değiniyor. Çözümü ise Evrensel Temel Gelir (Universal Basic Income) kavramında gösteriyor. Dünyadaki refahtan herkesin yalnızca insan olduğu için faydalanabilmesinin kitlelerin ekonomik stresini azaltacağını, böylece kendi özgün kişiliğine daha uygun işler yapabileceğini aktarıyor. Herkese böyle bir temel gelir dağıtılması konusu genellikle neoliberal anlatı tarafından, teknolojinin ve genel olarak insanlığın ilerlemesini durduracağından bahsedilerek eleştirilir. İnsanları motive eden en büyük gücün diğerlerinden fazla kaynağa erişmek olduğunu ve rekabetin bu şekilde azalmasının birçok sektörde iş yapacak insan kalmamasına sebep olacağını tehdit unsuru olarak gösterirler. Oysa yapılan çalışmalar böyle bir temel gelire sahip olsalar da insanların motivasyonlarını yitirmediğini ortaya koyuyor. Herkese yetecek kaynak olan dünyamızda, milyonlarca insanın sefalet içinde yaşaması, geri kalanların çoğunun da sadece hayatlarını sürdürmek için iş ve uyku dışında yaşayacak zamanları kalmayacak ölçüde çok çalışması esasında en hafif tabiriyle saçma. Yapay zeka ve robotikteki gelişmeler sanırım verdiğim üç örnek çalışmanın önerilerini de mümkün kılabilecek. Hep beraber yaşayıp göreceğiz.
En başa dönersek, Redding'in şarkısı işte bunları böyle süslü cümleler kurmadan anlattığı için, bir yerde aylaklığa övgü olduğu için güzel. Bazen yalnızca körfezin iskelesine oturup gemilere bakarak düşünmek demektir hayat. Diğer türlü yıllar sonra, bütün bu koşturmaca içinde acaba ben ne yaşamıştım diyebilir insan. Bir not, Redding bu şarkıyı kaydettikten üç gün sonra, 10 Aralık 1967'de bir uçak kazasıyla hayata gözlerini yumduğunda yalnızca 26 yaşındaydı. Şarkı sanatçının ölümünden sonra listelerde bir numara oldu. Ruhu şad olsun.
Sevgiyle kalın.