Utku Cevre

Bilinç Akışı

Chuck Palahniuk'un aynı adlı romanından 1999 yılında David Fincher yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Dövüş Kulübü (Fight Club) filminde protagonist olarak yer alan Edward Norton'ın oynadığı karakterin bir ismi yoktur. Film bitip jenerikler aktığında karakterin isminin Anlatıcı (The Narrator) olarak geçtiğini görürsünüz. Kitapta da aynı durum geçerlidir. Fight Club'ı izleyenlerin/okuyanların hemen hatırlayacağı, bilmeyenlerin de şimdi öğreneceği gibi (gösterime gireli tam yirmi beş yıl olduğu için artık spoiler'ı mazur görün), Anlatıcı bir tür kimlik bunalımı yaşayarak çoklu kişilik bozukluğuna yakalanır ve kendine Tyler Durden isminde bir alter ego üretir. Brad Pitt'in canlandırdığı ve adonis kaslarıyla bir dönem kitlelere vücut geliştirme ilhamı verdiği bu karakter, Anlatıcı'da olmayan her şeye sahiptir. Havalı görünüş, winner mantalitesi, yüksek libido ve yıkım cesareti. Yönetmen Fincher, bu alter ego senaryo gereği tamamen ortaya çıkmadan önce, gözle görülemeyecek kadar kısa süreliğine (bir saniyenin yirmi dörtte biri kadar bir süre, bunun da nedeni bir saniyelik film süresinin 35 mm formatındaki bir filmde yirmi dört kare almasıdır) seyirciye göstermek gibi dahiyene bir buluşa imza atmıştır. Tyler'ın sahneleri arttıkça Anlatıcı'nın sahneleri azalır ve karakterin kimliği yavaşça silinmeye başlar. Film boyunca baş karakterin kurduğu diyaloglardan ziyade, tüketicilik, konformist toplum ve vahşi kapitalist düzen ile ilgili yaptığı gözlemleri dinleriz aslında. Karakterin isimsizliği ve anlatıcılığı yerini bulmuştur. Biz bir tür hasta zihinden geçenleri izlemekteyizdir. Yani bir nevi bilinç akışıdır gördüğümüz.

fightclub

Edebiyatta ise "Anlatıcı" türü önemlidir.

Kurmacada bilinen dört anlatıcı türü bulunur. Bunlardan:

Birinci tekil kişi anlatısında yukarıda değindiğim bilinç akışı tekniğini kullanan yazarlar olmuştur. Yazar burada anlatıcısının zihninden geçen duygu ve düşünceleri en doğal haliyle, bir akış şeklinde, hemen hemen hiç kesmeden, anlatıcı otosansür uygulamıyorsa ekstra bir filtre de uygulamadan kağıda kusar. Bu noktada bazen ahlaki kaygılar da kaybolur, dilbilgisi de. Örneğin Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ında baş karakter Turgut Özben, üniversiteden en yakın arkadaşı Selim Işık'a ne olduğunu araştırırken bazen öyle bir bilinç akışına girer ki, yazar noktalama işaretleri bile kullanmaz. Evet, Tutunamayanlar'da hiç noktalama işareti kullanılmayan yaklaşık 100 sayfalık bir pasaj vardır, okuması bir hayli zor ve yorucudur, ancak işin sonunda karakterin ruhunun derinliklerine bakabilirsiniz. Bilinç akışı tekniğinin genel geçer ustası olarak ise İngiliz yazar Virginia Woolf gösterilir. Yazarın hayatı ve en önemli eseri Mrs. Dalloway'den de yola çıkılarak çekilmiş, Woolf'u canlandıran Nicole Kidman'a bir de Oscar heykelciği kazandırmış 2002 tarihli The Hours filmini de önermek isterim.

the-hours

Peki yazar olmayan biri bilinç akışı tekniği nerede kullanabilir?

Akla gelen en bariz örneği olan günlük tutma eylemidir tabii. Genellikle kişinin yıllar sonra dönüp belirli bir dönemde nasıl duygular içinde olduğunu, hayatı ve olayları nasıl bir pencereden gördüğünü anlaması için kullanılır. Yıllar önce günlük tutmakla ilgili bir yazı yayınlamıştım, buradan okunabilir. Günlük tutan, belki dünyada yalnızca kendisinin göreceği bir külliyatın yazarı ve tek okuyucusudur. Benim önereceğim diğer kullanım alanı, 1992'de gazeteci-yazar Julia Cameron'ın (bir anekdot, kendisi usta yönetmen Martin Scorsese'yle bir yıl evli kalmıştır ve birlikte bir çocukları vardır) yaratıcı yazarlık ile ilgili yayınladığı The Artist's Way isimli kitabında önerdiği Sabah Sayfaları tekniği. Teknik basitçe, sabah kalkar kalkmaz, her şeyden, belki bir bardak su bile içmeden önce; tercihen defterinizin (yoksa da klavyenizin) başına oturarak, aklınızdan ne geçiyorsa, filtrelemeden, yanlış yazma kaygısı duymadan, hiç durmadan yazmanız da yazmanız. Teknik bu şekilde üç sayfa doldurmanızı bekliyor, zihninizi iyice temizleyene kadar yazması size kalmış, ancak her gün üç sayfa bile şu mastarlara yarıyor:

  1. Zihninizi boşaltmaya ve bir önceki günden kalan bir düşünce yükünüz varsa güne bu yük olmadan, dinç bir şekilde başlamak.
  2. Yaratıcılığınızı körükleyerek burada bilinç akışıyla yazdığınız materyalin asıl yazı işçiliğiniz için bir kolaylaştırıcı olmasını sağlamak.
  3. Kendinize itiraf edemediğiniz bazı gerçekleri kağıda dökerek yine kendi sesinizden işitebilmek, böylece psikolojik rahatlama sağlamak.

Tekniği özümseyip kullanan Robin Sharma gibi yazarlar olduğu gibi, Cameron bu tekniğe bir isim vermeden çok önce bu disipline benzer disiplinleri sürdürenler de var. Örneğin Ferhan Şensoy'un aktardığına göre, tiyatro yazarı Haldun Taner her sabah Moda'daki evinin balkonuna çıkar, yazmaya başlar, aklına bir şey gelmediği takdirde de gördüklerini gördüğü biçimiyle hiç düşünmeden yazar ve günde yirmi sayfayı bulmayı hedeflermiş. Çağımızın en üretken yazarlarından biri olan Stephen King de Yazma Sanatı isimli kitabında (harika bir özyaşam ve yazarlık serüveni öyküsü, öneririm) her sabah yazı masasına oturup iki bin kelime ya da diğer bir deyişle altı sayfa yazma rutininden bahseder. Yazarlar ilham gelmesini beklemez, işin çoğu yazı işçiliğidir. Charles Bukowski'nin On Writing kitabından konuyla ilişkili olduğunu düşündüğüm bir alıntı ile bağlayayım:

Aklına yazacak bir şey gelmemesi hakkında yazmak, hiç yazmamaktan daha iyidir.

Sevgiyle kalın.

#deneme #kişisel_gelişim