Utku Cevre

Sırt Çantanızda Ne Var?

Seyahat ederken insanın aklına, yalnız başına, arkadaşlarla veya ailecek çıkılan gezilere dair anılar geliyor. Bir de tabii bunun yanında yolculuk kavramıyla ilgili entelektüel malzeme eşlik ediyor. Jason Reitman'ın yönetmen koltuğunda oturduğu 2009 yapımı çok anlamlı bir filmi var: Up in the Air. George Clooney'in, işi Birleşik Amerika'yı uçakla kat edip batmakta olan şirketlerin toplu işten çıkarmalarını işçilere tebliğ etmek olan başkarakter Ryan Bingham'ı oynadığı film, uçağa binmeden önce güvenlikten geçerken hep aklıma gelir. Anna Kendrick'in oynadığı, kovma işine yıkıcı inovasyon getirdiğini iddia eden genç meslektaşına en hızlı geçeceği sırayı seçmesini öğütlerken aşağıdaki klişelerden uzak durmasını söyler:

  1. Bebekli aileler
  2. İhtiyarlar
  3. Orta yaşlı erkekler (Bu grup hazırlıksız olacağı için ceplerini boşaltmaları uzun sürer)

Bingham, bunun yerine Asyalı yolcuları tercih ettiğini iletirken (küçük bavulla gelirler, verimli seyahat ederler, bir sistemleri vardır), ırkçı değil pragmatist olduğunu da belirtir. Filmde bu enteresan başkarakter, deneyimli bir iş insanı olarak konferanslardan profesyonel konuşmacı davetleri de alır. Konuşma başlığı ilginçtir.

Sırt çantanızda ne var?

Üstteki öğütlerinden ailelere pek de sıcak bakmadığını anladığımız Bingham'ın filmin hemen açılışında yaptığı konuşması şöyledir:

Hayatınızın ne kadar ağırlığı var, hiç düşündünüz mü? Bir an için, sırtınızda bir çanta taşıdığınızı hayal edin. Askılar omuzlarınıza baskı yapıyor—hissedebiliyor musunuz? Şimdi, yaşamınızdaki her şeyi bu çantaya doldurmaya başlayın. Önce küçük şeylerden başlayın: rafların üstündeki biblolar, çekmecelerdeki ıvır zıvırlar, koleksiyonlar, anılar... Her biri ağırlık katıyor. Şimdi biraz daha büyük şeyleri ekleyin: kıyafetler, küçük ev aletleri, lambalar, çarşaflar, televizyonunuz... Çanta ağırlaşıyor, değil mi? Şimdi iyice büyüğe geçelim: kanepe, yatak, mutfak masası—hepsini tıkın içine. Arabanızı da yerleştirin. Ve eviniz... İster bir stüdyo daire ister iki odalı bir ev olsun, onu da çantanın içine sıkıştırın. Şimdi yürümeyi deneyin. Zor, değil mi? İşte biz bunu her gün kendimize yapıyoruz. Hayatımızı o kadar çok şeyle dolduruyoruz ki, sonunda adım bile atamaz hale geliyoruz. Ama unutmayın: Hareket etmek, yaşamaktır.

Bu konuşma bana yönetmen Michael Mann'ın iki dev aktörü, Al Pacino ve Robert de Niro'yu ilk defa beyazperdede karşı karşıya getirdiği (Usta oyuncular The Godfather Part II filminde de yer almıştı ancak birlikte sahneleri yoktu) unutulmaz Heat filmindeki şu kati kuralı hatırlattı.

30 Saniye Kuralı

De Niro'nun oynadığı Neil McCauley kuralı şöyle açıklar:

Bana bir adam bir keresinde şöyle demişti: “Eğer köşeyi döndüğünde tehlikeyi hissedersen, 30 saniye içinde terk edemeyeceğin hiçbir şeye kendini bağlama”.

Pacino'nun oynadığı Vincent Hanna ise, karşısındaki hırsızın, bu kural uğruna sevdiği kişiyi bile geride bırakabilmesini haklı olarak çok garipser.

İki filmde de neticede ne olur, tahmin eder misiniz? Heat'teki McCauley kendi koyduğu 30 saniye kuralını çiğneyerek başarıyla tamamladığı kaçışından geri döner ve bu hayatına mal olur. Up in the Air'de Bingham, bavulunu hafif tutma kuralını çiğneyerek birine bağlandığına inanır ancak kapısına gidip hayal kırıklığına uğrar, yani onun da bedeni değilse de itinayla oluşturduğu personası ölmüştür. Hayat iki karakterin de baştan bu kurallara körü körüne bağlanmakla hata ettiğini onlara göstermiştir.

Sırt çantanızı hafif tutun, hareketli kalın ve metaforik bir kaçış planınız bir yerlerde dursun, eyvallah. Ancak kalbinizde, sevdiklerinize de her zaman yer olsun. Yalnız yaptığınız yolculuklar sade içinize yönelsin, geri kalan deneyimlerin hepsi paylaştıkça çoğalıyor.

Sevgiyle kalın.

#deneme #sinema yazısı